26 Eylül 2016 Pazartesi

Sonsuz Hatalar Zinciri

       Yaklaşık olarak 7 yaşındaydım. Annemle beraber denizde yüzerdik ve ben çok severdim bu sonsuzluk mavisinin ışıklarında dalgalanan o gece yarısı ay ışığı yansımalarını. Annem mütemadiyen çalışmak zorunda olduğu için genelde geceleri yüzme fırsatımız olurdu. Denize girdiğimiz yerin görece uzak açıklarında ufak bir ada bulunurdu ki kendisi balıkçı teknelerinin uğrak yeri olur ağlarla galon galon balık çıkardı. Akdenizin ekmek teknesiydi kendisi adeta, fırsatçı balıkçıların hepsi burada kendine bir alan bulurdu. Annem ile beraber ne zaman denize girsek beni bu adaya kadar yüzmeye ikna etmeye çalışırdı, balıkçı ışıklarını yol gösterici olarak kullanırdı. Beraberce kaçmak isterdik, o ada ve kendisine eşlik eden balıkçı ışıklarının çığlıkları özgürlüğe yelken açmak demekti bizim için. Her zaman, istisnasız her zaman yarısına kadar yüzecek cesareti gösterip sonrasında gerisin geri yüzer dönerdik.

        Kokardım, kasları zayıflamış kendinden vazgeçmiş annemin geri dönemeyeceğinden korkardım. Bir gün hiçkimse yokken atladım ve yüzebildiğim kadar yüzdüm, korkacağım hiç bir şey yoktu bu sefer, hava olabildiğince güneşli denizde bir o kadar durgundu.  Tereddüt edecek hiç birşey yoktu aslında. Temelinden delikanlılığa adapte edilmiş bir erkek çocuğu olarak kendimi kanıtlamanın sınırlarına varmıştım adeta.  O adaya varmak demek bir nevi seviye atlamaktı benim için. Sonsuz yosun ve tuzlu akdeniz kokusu arsında çılgın gibi yüzüyordum. Sonunda varmıştım, oksijen patlamasına uğrayan ciğerlerimle hızlı hızlı soluyordum.  Etraftaki teknelerin kornaları ve ağ çekerken kullandıkları anlamsız sözcükler arasında varmıştım hedefime.Adeta özgürlük patlaması yaşıyordum. Henüz 7 yaşındaydım fakat adanın sarp kayalıklarına, çorak topraklarına uzanırken apansızca yüzmenin vermiş olduğu özgürlüğün ve başarmış olmanın verdiği o tarifsiz tatminle yaşıyordum.. Başarmıştım lan!! Kaç kere korkakça ve çocukça(!) kıyısından döndüğüm, benim için özgürlüğe adım olan topraklara ulaşmanın verdiği umarsız sevince kavuşmuştum sanki. Halbuki kıyıdan taş çatlasa 250 metre uzaklıktaydım fakat bana sorsan kıbrısa kadar yüzmüştüm.

        Hayat buna benzer, bireysel özgürlüğün tadını tek bir defa alanlar için çok acımasız bir senaryoya sahip. Şimdi geriye dönüp bakınca anıları tek tek deşince anlıyorum bunu. Hiç kimseye ve hiçbirşeye sahip olmak, tek bir kıyıda bile saplanıp yüzmek gelmiyor içimden. Açılmak istiyorum sonsuzluğa ve güneşe doğru akıp gitmek isteği asla azalmıyor. Ateşin yaktığını, bununla birlikte bu ucu bucağı görünmeyen yangının çıkışı olmadığını bile bile atlamak geliyor içimden. Su bulunca içiyorum fakat çeşmenin başında durmak işkenceden öte bir şey değil sanki. Yürümem lazım, koşmam lazım hepsinden öte yüzmem lazım mavinin derinliklerine doğru, güneşin yansıdığı dalgalar boğulacağımı bile bile kulaç atmam lazım. Önemli olan varacağım yer değil, önemli olan yolda olmak, yolun kendisiyle bütünleşmek aslında. Bu yolda çeşitli insanlarla karşılaşıyor insan, kimisini asla bırakmak istemiyor. Sevmek bir insanın en zayıf noktası, evrimin insanlar üzerinde en ayırt edici değişkeni bana kalırsa. İnsanlar evrimsel süreçte çeşitliliği arttırmak için kendisine en uzak olanla beraber olmak üzerine evrimleşmiştir. Soyun farklılığını ve başarısını etkileyen en önemli unsur budur. Fakat bu farklılığa olan özlem her zaman iyi sonuçlar doğurmayabilmektedir. Tek bir notanın tınısına saklanmış ve asla ama asla unutulmayacak özlemler taşır bu çeşitlilik arayışı.

       Bununla birlikte birde değişime duyulan tarifsiz düşkünlük vardır. İnsana olduk olmadık yerde umursamaz kararlar aldırır. Getirdiği yükü ömür boyu taşımak zorunda olduğu.Tek bir dublenin bile zehir olduğu anlar yaratır, gözlerini kısıp yıllar öncesini hatırlatan sonsuz pişmanlıklar içeren. İnsanı boktan bir hayatın kıyısında olduğunu bile bile kucağına çağırır bu son ana kadar özgür kalıp sonsuza doğru yüzme isteği. Anneler ölür, sevgililer terkeder fakat bu varoluştan gelen maviyi arayış isteği asla ama asla azalmaz, aksine çoğalarak hayatının her saniyesini daha çok sikmeye başlar ve daha az durumsal faaliyetten mutlu olma hissi bırakır insanın içinde. Kapı kolunu kırıp kapının içinden geçmek gelir insanın içinden. Aslında o kapı senin iradendir, iradeni kırdığın vakit uzay boşluğunda dahi yolculuk yapabilir, varolmak istediğin yere doğru adım atabilirsin fakat hiç bir zaman garantisi yoktur bu adımlarının. İşte budur zaten insanı dipsiz bir kararsızlıkla artık durup nefes almakla soluksuzluğa rağmen devam etme isteği arasında bırakan


17 Eylül 2016 Cumartesi

Ufaktan bir cigara hikayesi

Kapatma amına koduumun mekanını demek istedim, sonra baktım etrafa, bi kaç kere ölürken yeniden doğdum. Yanlış mı mekandayım dedim lan burası benim evim sanki. Sol köşede duran kırık bira şişesi ancak benim odamda bu denli umarsız durabilir. Hem sen kimsin siktir git, defol defol diyorum karanlıkta gözükmeyen yüzünü adım gibi ezebere biliyorum kapatma kıçına patlattığımın  mekanını.

Sarı taş duvarlara bakarken fırlatıyorum elimdeki tekliasız tekila bardağını, hay sikiim diyorum acaip sahiciyim lan kafam inanılmaz döünyor. Neyse hoppa cuppa falan derken çiş bitiyor sarı taş duvarlar bana sanki onlara hiç işememişim gibi bakarken imdadıma beyaz selpak yetişiyor, birayı tutan ellerim kaymasın diye siliyorum ellerimi.

Yeniden hay sikiim diyorum çünk kalan son iki sigaramı içmiş ibneler, nabıyonuz lan yarraam demek geçiyor içimden lakin mekana olan kızgınlığımı hatırlayınca vazgeçiyorum. Noldu amına koyim kapatıyorlarmıymış derken geliyor biralar, olan bitene adam alınmış meğersem, sabaha kadar en az iki saat burdayız boku yedik.

Masanın öbür ucundan bakıyor sikindirik sikinidirik sanki eine verdik, kafiyenin böylesine can feda bu şiirede burada eleveda.  Neyse nerede kalmıştık ?  Bizim cigaramız diye bir tabirin olmadığı ortamda benim sigaralar bir bir götürülmüşken şöyle dolu küfredeyim masayı sağlamından bir dağıtayım derken imdadıma bu ucube kaltak yetişiyor ve uzatıyor cigarasından bir dal. Kendisini pek sevmesemde sigarasına hayır diyecek kadar da enayi değilim. Yanımdaki pezevenkten şüpheleniyorum herifin hayat hikayesi otlakçılıktan geçiyor benim sigaraya da kesin bu çullandı.

Derken yeniden kafası geliyor amına koduumun kovasının. Bok vardı dönecek diyorum, o kadar güzelimki muhabbette dahil olayım iki lafın belini kırayım karşımda boş boş oturan hatunla (bu kafayla her yol paris) ufaktan sosyalleşeyim diye düşünürken gözlerim yanmaya başlıyor,  yine sigarayı ağzımda unutmuşum lan!! neyse.. İçime içime çekiyorum umurumda değil nolacaksa olsun zaten boşboğazlıkta sınır tanımam.. Hemen sonra giriyorum lafa derinden ama konuşamıyorum lan ciddi ciddi konuşamıyorum, normalde ortamdakilerin susturmak için kavga çıkarttığı ben, ancak kendimle konuşabiliyorum nitekim onu da beceremiyorum. Kendime ne söyediğimin bile farkında değilim, en iyisi çıkayımda az hava alayım.

Mekanın kapısında buluyorum kendimi ve elimdeki taze sipariş bomonti, dışarıdaki it titreten göt dodnduran Ankara soğunun yanında soba görevi görüyor adeta. Bu ne soğuk lan derken cebimdeki zippo geliyor aklıma ve oynamaya başlıyorum. Nasıl bir işsizlik lan bu, sarhoşluğum beni iyiden iyiye zaptetmişken inceden inceye kar atıştırmaya başlıyor. O değilde her zaman sevmişimdir ben bu kar muhabbetini inceden beyazlaşırken hafiften bir romantiklik düşüyor dibine kadar boka batmış hayatıma. Şimdi bu muhteşem tanecikler şu gudubet geceye az biraz ışık çakmışken yanında bir sigara yakmamak olur mu hiç ? O an aklıma geliyor cigara almam lazım lakin bu soğukta fazladan beş dakika yürümek demek bembeyaz bir kardan adam olarak geceye geri dönmek demek. Tam da bu anda çokta sikimde diyerekten içeri giriyorum ve ceketimi almaya yelteniyorum. O da ne ceketim yok, azcık bakınınca anlıyorum, bizim şırfıntı geçirmiş sırtına. Fazla sammi olmamaya çalışarak gidiyorum yanına ve anlatıyorum olan biteni, lan o değilde ayıldım mı ne bülbül gibi şakıyorum valla hatunla konuşurken. İnceden hoşuma da gitmiyor değil ha bu muhhabet. Neyse fazla uzatacak ne halim var ne zamanım derken hatun paketindeki bir kaç daldan birini uzatıyor tekrardan ve "al burada yak gidersin sonra" gibisinden bir şeyler zırvalıyor. Olmaz diyorum gitmem lazım ve alıyorum ceketi usulca süzülüyorum, karanlığa isyan eden beyazın ortasına. Ne çok uzadı lan bu sigara muhabbeti neyse sonuç olarak Ankara'nın o göt donduran soğuğunda bir kaç sokak sonra donmaya yüz tutmuşken ellerim, tam da küfredip geri dönmeyi kafaya koymuşken buluyorum kapanmayı unutmuş büfelerden birini. Haracımı ödeyip vergimi verip alıyorum siktiimin sigarasını ellerim titriyor, beynim donuyor lan bu nasıl soğuk diyorum içimden vakit kaybetmeden yakıyorum bir tane ve sıcaklığını çekiyorum içime. O an sanki yeniden sarhoş oluyorum..Bir kez daha kaybettiğim herkese inat o iğrenç hayatıma geri dönmek için yürümeye başlıyorum..

10 Eylül 2016 Cumartesi

Sonsuzlğun Temsilcisi

Bu sonsuz gecenin buzla dolu bir pisuvara işercesine zıtlıkla dolu sabahına hoşgeldiniz. Şimdi sensizlikle yalnızllaşmış benliğime merhamet deilemekteyim. Sensiz sevgilim yani sensiz sevgili Naz tek bir an bile .. inanmayacaksın ama gerçekten tek bir an bile.. sensiz.. tek bir an.. nasıl desem

O kadar yalnız ve kimsesiz.. anlamsız ve kayboluşla dolu. Sana ulaşamayışın köpüğünde tütüyor sanki, bira cinsinden yontulmuş zamanın parçacığı erirken parmaklarımın ucunda.

Yani ellerin, sevgilim ellerin kimseyi bu denli kalabalıklaştırmaz lakin doğuştan gelen soluk bir sabah benimkisi. Gün doğarken var olan kızıla bürünmüş gri sessizliğinde bir martının çığlığında parıldayan bir deniz tutkusu bendeki.

Çatısı yarım, bacası siyah tüten bir deniz manzarasında yarı hüzünlü fakat tümden sarhoş bir uyanış belkide.

Kimsesizliğin seni sardığı o soğuk ve çıplak çığlığın sabahında gitme diyebilmekti aslında sevmek, ki seni sevmek sevmelerin en güzeliyken, sana aşık olmak sevgilim.. Bir insanın erişebileceği hissedilebilesi en güçlü duyguydu muhtemelen. Naz. İsminde kayboluşların muhteşem yakarışı var. İsminde adeta aşkın tasavvufu dolu, ödenmemiş temttü kalpazanlığında bir inkar ediş sanki seni seninle alıkoymak. Sevmek seni kimsesiz bir sokak kaldırımı soğukluğunda belkide.. Bahçedeki en güzel gülü bulduğuna ikna olmak.

Naz kimsesiz yalnızlığımın annesi, sevgimin doğan güneşi sabahlarımın karanlığını inadına aydınlatan bir VENÜS sanki. Kendi başına ve bugünün sabahına ışıl ışıl yine yeniden usandaman doğacak olan yine kendini sorumsuzca güzelleştirecek ve inadına VENÜS, inadına KIZIL, inadında afrodit.. Nötron yıldızında ışıldayan ve utanmadan aydınlık sanki... Hani diyorum ya yanında mutluluk bir evrenin rüyasında uyanmaktır esasen. Çemberidir emsalsiz gezegenlerin europa gibi emsalsiz uydudur zaman zaman ve zamansız tam güneş tutulmasıdır kendisi tahmin edilenden daha yakın.

Ağlamaktır Naz, onu çok sevmek ve fakat bir o kadar halleydir zamansız.. Zamansız titrer kopar gelir öyle amansız zıplatır ki seni yerinden .. Şahidi olursun dnen mavi gezegenin.

Bazen bir mandalina kokusunda hatılarsın bu sonsuzluğun temsilcisi aşkı. Öyle bir anlığına değer ve geçer benliğinden. Sana dokunur, tenine dokunur, yalnız bir gecene dokunur bu aşk. İnsan gibi hissetmek istersin kimi zaman, zamansızlığın tekerrür eden yağmur dolu, çığlık dolu gecesinde tek bir anlığına kayboluşun hışımndan uzandığın zaman sabahın ilk ışıklarına..Halbuki pençelerin o kadar güçsüz ki.. Ki çok seversin onu, soğuk gecenin buhar dolu şişesinde anlık aşkların zamansız takıntılara döüşüp ta ki ceninine işlemiş bir sorguyla ararcasına delirirken sabahın gri ve patavatsız bir ayı kovalayışını beklersin.

Bir de bakmışsın sonbahar gelmiş, sararmışız, eylül olur hüzünleniriz..


17 Mayıs 2016 Salı

İlkin Ellerin Vardı



Şimdi sevgilim uyumak yok,
Hüzünlenmek gitmek
Sessizce uzaklara dalmak yok artık.
Pişmanlık var ağır dizelerin hegemonyası arasında sıkışıp kalmış, sonsuzmuşçasına uzayan, sanki beynimi prangalarla duvarlara çivilemişçesine !!! beynimi sıkıştıran susmayan gitmeyen öldürmeyen susatan ve donduran bir kelepçe,
Soğuk, çelikten parlak ve acımasız !
..sus yeter !
Kafamda konuşulanlara biraz daha maruz kalırsam
şu pencere şahidim olacak aldığım nefese eşlik ederekten.
Susun bırakın gidin beni diyorum
çivileyin ama konuşmayın.

Bak aslında şu yatağın köşesiyim,
yatağının hiçbiryerinde hiç olmamış bir köşedeyim !

ıssızındayım senin,
damarlarındaki kanı hissedecek kadar yakın,
sana dokunamayacak kadar uzak,
nefesini hissettiğim kadar mutlu
gözlerini öpemediğim kadar uzağım sana !

Sen gecemin en parlak yıldızısın,
parıldadığın sürece bilirim orada olduğunu
kaç kelepçe kaç zincir olsa da
ve kanım parmak uçlarımdan
beynime doğru çekilse dahi
ki gün gelip çıldırırsam bile
senin o yıldız olduğunu bilirim.

Kaç gece sensiz uykusuz hayal kurduğumu
hangi hayalde çırpınıp
mahvolduğumu
bilirim.
Lakin sensiz gecelerin ardından
senin için şimdi yeniden ayağa kalkmasını
gözlerine dokunmasını da bilirim.
Bilirim ben sensiz olamam
kırk yerimden kırılsam
tek bir beyinde insan kalabalığı olsam da
sensiz olamam.
Bilirim sevgilim bilirim
ellerinsiz olunmadığını
kokunsuz yatılmadığını
sabah sıcaklığın olmadan
bir yudum kahvenin dahi
nasıl tatsız olduğunu
çok iyi bilirim.

Sona yaklaştık artık huzursuz uykusuzulukta
sardığı zaman seni kollarım
öyle bir havaya kaldırırım ki seni
açık havada ciğerlerine dolan
yakıcı oksijeni hissettiğin zaman sevgilim
işte o zaman tekrar hatırlarsın
seni nasıl sevdiğimi !

Şimdi uyu sevgilim
ben yanı başında yıldızları sayıyor olacağım.


Kıyılarında






I
Bir gece bir sabah
sonsuz yolcusuyum bu yolun.
Karanlık akşamların sahipsiz benliklerin,
kimsesiz sensizliklerin arsız bir müptezeliyim. 
Sana vurdum her kıyıda
seni gördüm aradım seni
uçsuz uçurumların bucağından
baktım aşağı, ürkmedim de,
sensizlikten duyduğum hüzün kadar.
Ulaşmak istedim sana, atladım
düştüm saatlerce,
günlerce, aylarca yıllarca
bir ömür düştüm bu uçuruma.
Seni bulana kadar, bu sonsuzluğun
dibini kazıyana kadar
ve buluncaya dek ellerini
gözlerinde boğulana kadar düşeceğim.

II
Şimdilerde uzakta çalıyor
elele tutuşup göz değdirdiğimiz zamanların
utanmaz çalar saatleri.
Zamanı geldi diyorlar sanki
seni öpmemin zamanının geldiğini
umursamadan hiçbir şeyi
zangırdayarak anlatıyorlar adeta.
Bir çalar saat ne kadar anlatırsa
o kadar anlatıyorlar.
Fakat ben,
maskara oluyorum
bir çalar saatin sesine
ve öpemiyorum seni doyunca.
Dokunmak istiyorum bedenine ve
sıkıca sarmak o belinden kıskıvrak
öpmek gözlerinden, yanaklarından
ve hüznünden, seni sonsuz boşlukta.
Boğulurken seninle,
öleceksek eğer
o gün ölelim istiyorum.
Dalgalı bir denizin anısı kalsın
yol alırken eski püskü
kıyısı dökülmüş, boyası akmış
ve tahtalarında ismin yazan bir vapur,
ki egeden akdenize yol almaktadır muhtemelen,
bir köşesinden bizim anılarımızla
sonbaharda sallansın istiyorum.

III
Bu zamanlar leylak ve begonya kokar
bu kıyısız şehrin renksiz sokakları.
İçinde kışın acımasız ayazını ve
ağır ağır yağan kar tanelerini barındırır bu bahar.
Her kış içinde biraz bahar barındırır,
her öfke saniyeler öncesinde bir sevinci
yok eder,
ve her ayrılık bir sevgiyi.
Kış baharı kaybeder
örter karayı, denizi ve sis kaplar
gökyüzünü, içini titretir, buza keser
nefesini ve sessizliğe bürünür şehir,
sırf sana eşlik etmek için..
Öfke sevince dem vurur,
içinde bir heves barındırır
kursakta kalmış, başlamamış
bir isyanın kokusudur.
Ayrılık,
gözlere kazınmış bütün anıları,
yağmurlu bir kumsalda kalmış kahkahaları,
aralıksız sevişen ruhları ve
titrek bir mum ışığında, 
hafif bir meltemde saçları uçuşan
hafif çakırkeyf,
dans eden iki sevgiliyi barındırır.
Bir damla göz yaşının içinde iki kişi.

IV
Sana dönüp dolaşan bir denizin
girdabına aşık olmuş,
uçurumunda düşerken yüzüme vuran
o ılık havanın hissinde kaybolmuş,
ve sana bir o kadar da aşık olmuş
susuz ve soluksuz sana koşmuşum.
Bak yaz geliyor sevgilim.
Şimdi gözlerinle buluşmanın,
nefes sıcaklığında yanmanın
ılık rüzgarlı gecelerde
beline sarılmanın tam zamanı.
Kokun diyorum sevgilim,
sanki şuracıkta yanı başımda yatıyormuşçasına.

Bir nefes alıyorum dibine kadar sen varsın,
öbür nefeste yine seni özlüyorum.









15 Mayıs 2016 Pazar

Diyorum ya sevgilim

İmkansız sözcüğü anlam kazanıyordu boynunun efsunsuz beyazlığında. Sana aşık olmak diyorum sevgilim sözcüklerle dalga geçmenin farklı bir boyutu sadece. Şimdi sağır bir sensizliğin karanlık boşluğunda düşüşümü izliyorum senden çok uzakta. Yokluğun diyorum sevgilim, çok acımasız ve inanılmaz ağır, öyleki sürükleyemiyorum yokluğunla dolmuş bu bedeni. özlüyorum seni şeffaf ve delice. Artık gitmek vakti değil artık dönmek vakti de değil artık sen ile ben olmak vakti. Kitap gibi tek bir ciltte tek bir dikiş olmanın zamanı geldi belki de geçiyor sanki, satır araları sözcük tümceleri yetersiz, anılar boyutlarınca konuşmaktan  aciz. Belki susmalıydım ama bilmelisin anlatmalıyım sanki, dokunmalıydım sana, ulaşmalıydım, hissetmeliydim seni ki seni güneş saysam dahi kendime ılık bir esintine bile tav olma yolundaydım aslında ki pişmanda değilim sesini duyduğum saniyelere teşekkürler. Biz bize olmak şart, değilken basit aşk. Sana susuzken susmaya geldim sevgilim, yokluğun varlığının gölgesini taşımıyor üzgünüm. Bırak seni sensizlikte arayayım artık izin ver. Yoksun simsiyah ve karanlıksın şu vakit cehennem olsan atlarım üzerine lakin seni bulmak diyorum ya sevgilim, konu seni bulmak esasen.. Kokunda kaybolmayalı diyorum sevgilim.. Özledim seni.

Şimdi yarım sarhoşluklarım, kimsesiz sahipsiz varoluşlarım sensiz tutsak bana. Yalnız bir var oluşla yüzleşemedim sevgilim affet.

Büyüdük mü acaba o son yağmurların sensizliğinde, kimsesiz soğuk ılsak bir baraka gibi, kaldık mı sensiz bu garip ormanın hayatının vahşiliğinde ? Yarın uyandığımızda bugün henüz erken mi diyeceğiz yoksa büyüdükçe kaybedecek mi güzellikler, renklerin çağında doğan doyumsuz çığlığını?

30 Nisan 2016 Cumartesi

Şimdi Sadece Gülümse Sevgilim

Sana bunları çok uzak biz gezegende sabah karşı dans eden kırlangıçların sonsuz yalnızlığından gem vurarak yazdığımı söylesem, yada açmayan bir sonbahar çiçeğinin dökülen yapraklarındaki son çiğ damlası gibi yalvarsam.. Ne fark eder.. Özledim seni bu gece bu sabah ve bu akşam. Gezegenin var olduğu bütün zaman dilimlerinde sana kayboldum ben.

Sonsuz karanlığında yalnızlığında sana ulaşabilmek, kimsesizlerin çöplüğünde yalnız bir baykuş gibi bakınırken bu boşluğa sana kavuşabilmek.. Çok mu şımarıkça ümitler bunlar, mesela yapışsam ellerine, haykırsam sana ve dünyaya ve sonsuz benliğine gitme desem.. Hıçkırıklarıma karışsa evrendeki bütün karanlıkların çığlığı, sessizce ağlasak beraber ve yokluğunda beraber kaybolsak, gideceksen eğer beraber göç etsek o masaldan yapılma şekerler diyarlarına.. O çok sevdiğin masallara inandırsak kendimizi yada hepsini geçtim biz masal olsak senle. Gözyaşlarına sığınsak soğuk bir sonbahar sabahı ellerimizi ısıtsak ağlak çocuksu nefesimizle..Özledim seni, hemde öyle çok.. Hafif meşrep üniversite şenliklerinde öper gibi seni sıcacık dudaklarından  ve kucaklamak o ince belini en kıvrak yerinden..

Senin hüznünü yaşamak bile yasak olabilir miydi tanrım? Hangi sessizlikte kimin kimsesizliğinde boğulduk sen ve ben.. Oysaki, bir adım dahi atmazdım ben senden öteye.. Dibinde yatardım varlığının o hesapsız birlikteliğinde. Sana aşığım dedim ve yıktım seni bütün benliğine sardığım defolmuşluğumla..

Durağan akışkanlığında hayatın sana taparken buldum kendimi, bütün tanrılar yanı başımdaydı oysaki üstüne üstülük o gecenin başında mutlu sayılırdık görece. Nereden çıktı bu zamansız hayasızlık? Hangi barışsız savaşın galibine bel bağlamıştık, Kim kazanmış ki yok olmayı, bunu bir kere daha sonsuz kez daha biz denemiştik, üstelik henüz ortada bir varoluşsal bir hesap dahi yokken. O saf gözlerinin ardındaki sonsuz güzelliğe dalmak varken neden intiharı seçtik..

Sana her gelmek istediğim bu kadar uzağına düşmeyi kabullenmeli miyim? Hayır !! Elbette bir kez daha şu sabah güneşine inat şu güvercinlerin ıslık ıslığa söyledikleri şarkılara inat senin o masum gözlerinde can bulmak için çabalayacağım o düş kırıklıkları limanında. Avucumda beyaz bir deniz yıldızı ile var olacağım senin karşında bir kez daha gülüşüne tapacağım. Biliyorum belki de sevmeyeceksin bu gelişimi belkide daha sonbahar bile olmamışken terkedeceksin bu denizleri ve delta ovalarını. Fakat sevgilim ben senin uğrunda dalgalanan bir deniz olmak için bağ bozumundan sonra düşen yapraklar gibi çıktım ana rahmindeki sıcak kuytumdan ve  bu kıyılar bu akarsu ve bu liman, hepsini aştım sana ulaşabilmek adına.

Şimdi sevgilim sana bunları çok uzak bir sabahtan kimsesiz bir gecenin uğruna yazıyorum. Seninle doğabilmek adına bir sonraki geceye, bu sabahı yakalım sessiz bir soluktan ılık cama yansıyan bir buğu misali ve öpüşmelerimize hayran kalsın nefes alıp vermekle mükellef her varlık. Kedilerin sabahlık giydiği umarsız gün doğumlarında dans edelim sorumsuz dalgaların eşliğinde.

Şimdi sadece gülümse sevgilim ve  gözlerindeki beni öp lütfen. Çünkü ben seni öpmeyi çok özledim.

21 Nisan 2016 Perşembe

Mutsuzluk

Gerçekliği kaybederken en çok nefret edilen bünye haline gelmeyi başarmıştım farkındalığın uzak olmadığı bir akşamda kaçamazken kendimden utanırken kendimden sıkılırken ve bıkmışken bedendeki bozuk ruh halinden ve aynı zamanda başka ruhalara tecavüz ederken aslında en çok kendimi kırmıştım. O'ndaki kendimi o kadar çok kırmıştım ki derinliklerinde kalan son kalan parçalarımı da bulup kırmaktan alıkoymaya çalışırken buldum ellerimi. Sanki onun bulup kırmasından korkuyormuşçasına ondan önce bulup kıracakmışçasına boşu boşuna hiç uğruna hiçlik uğruna yok ediyordum artık hayatımdaki güzellikleri.  Uzayın derinliklerinde bir yerle saklı çok büyük bir kara deliğim ben ve aslında içime çektiğim de kendi parçalarımdan başka bir şey değil, zamanla yok ettim kendimi. Oysa ki zaman gibi büyük bir düşmana karşı koyabildiğim anlar onun ellerine sarılıp düşler kurduğum sonsuz uçurumlar barındıran gözlerinden saatlerce düştüğüm sessiz sesine duyduğum o içimi gıcıklayan soluğumu ısıtan sevgiyi hissettiğim anlardı. Bütün bu anları kendi ellerimle bir bir yaktım yakıyorum.
Eleştirmek kolaydır bazen evet fakat ben son bir kaç hayattır bu bedendeyim ve ben de sıkıldım artık kendimi yok etmekten. Her yok olduğumda da yeniden doğmaktan. Biri bu çılgınlığa son vermezse ben kendi ellerimle boğacağım kendimi ve yıkacağım bütün başlangıçlarımı. Sonsuza kadar parçalayacağım aynada gördüğüm siluetimi ve bırakmayacağım tek bir zerresini dahi, bu mavi yeryüzünde. Geçmişe doğru sonsuz bir yolculuğa çıkacağım ve yeniden yıldız tozu olmaya adayacağım kendimi.
Fakat henüz bunu yapmak istemiyorum.  Kendimi o küçük ellerin sarsıcı dokunuşlarına en büyük tanrıçaların bile kıskandığı güzellikteki saçların arasına ve kokusundan sarhoş olduğum tenin en sıcak damarlarına hapsetmek, mümkünse o şekilde yaşamak istiyorum. Bu sayede yaşamaya tahammül edebilirim. Esas can sıkıcı olan ise herşeye engel kişi yine ben oldum. Kendimken kaçıp beni seven kişinin kollarına atamıyorum bir türlü kendimi. Bir yerlerde herşeyi tek dokunuşuyla paramparça etmeyi bu kadar iyi başaran başka bir ruh henüz tanımsıyamadım. Zaten olmasın da, gereğinden fazla şizofreni baş dönmesi yapar miden bulanır ama kusamazsın ve içindeki zehir ile yaşamak zorunda kalırsın. Ne zaman atmak istesen zehir önce gitmiş gibi yokmuş gibi yapar bir süreliğine ki sen ne zaman geçtiğine tam olarak inanırsan işte o zaman pusudaki bir düşmandan farksızın, savunmasız kalan vücudunu yeniden ele geçirir eskisinden daha şiddetli daha iğrenç bir şekilde.
Deli gibi seviyorum,  içim dışım lanet bir zehirde olsa seviyorum. Her seferinde değişirim sanıyorum buna inanıyorum herşeyi göze almaya hazır oluyorum fakat en olmayacak yerde yine kendimden bir tokat yiyorum.  Kaybediyorum  onu, engel olamıyorum ellerimden süzülüp gitmesine, durdurmak istiyorum bileklerimi kesmek ve kayıp gitmesine engel olmak istiyorum. Sadece benim olsun kimse dokunmasın istiyorum. Lanet olasıca bir deli de olabilirim bilmiyorum. Ama yine de onun gitmesine göz yumamam var olmasını isterken delicesine. Paramparça da olmuş olsam  kendi kendimi yok etmiş olsam dahi savaşabilirim.. Ya kazanırım bu savaşı ya da bir nokta olurum bütün hiçliğin ortasında.
Bazen ben olmaya cidden dayanamıyorum, soğuk bir su damlasına koyvereceğim bedenimi ve sonsuza doğru süzülüşüne kaldıracağım kadehimi.

26 Mart 2016 Cumartesi

Bir İntihar Sahnesi

Yazabilmeyi isterken buldum kendimi hüznüm boğazıma sarılmış kafama sıkılan kurşunları ayıklama aşamasında, kendimden nefret ederken farkettim ki yazabilecek birşeyim de kalmamış artık. Sonsuz boşluğa terkedilmiş yalnızlığım ve köşede sinsi sinsi bekleyen egolarımla sere serpe uzandım yatağın yanındaki halının üstüne.  Uzandım ve o anda gördüm onu, benden uzakta ama olanca dikkatiyle bana bakıyordu. Son iki saattir ordaydı sanırım, çünkü iki saat önce başlamıştı herşey, iki saat önce hayatımdaki tek mutluluğu kendi ellerimle yok etmiştim ve ruhum beni o anda yapayalnız bırakmış olmalıydı. Sessiz ve sinirli izliyordu beni bir yandan da acıyordu belli ki halime. Naptın der gibi bakıyordu. Kendimi idamlık suç işlemiş bir suçlu gibi hissediyor celladımın gelmesini bekliyordum sanki. Kötü olan şu ki o cellat hiç bir zaman gelmiyor. Zaman geçtikçe acılar ve pişmanlıklar çoğalıyor buna rağmen hiç bir şey hissizleşmiyor, yaşanılanların ağırlığı zerre azalmıyordu. Unutulmuş bir medeniyetin tanrısız kalıp dağılmasının sızınısı hissediyordum adeta. İnsanlığa ait son parçamı kendi ellerimle söküp yakmıştım sanki. Pişman olmakla düzelseydi belki bundan daha çabuk hiç bir şey düzelemezdi evet ama kimi zaman olan bitene pişman olmaktan başka yapacak birşey bulamıyor insan.
Evet sevdim ve hatta çok seviyorum lakin sorun bu değil zaten, dedim ya benle insanlık arasında geçmişten bugüne devam eden bir sorun. Tek bir dileğim olsaydı bütün insanlığı tek seferde yok etmeyi dilerdim. Kendim de dahil bütün insanlıktan nefret ederken sevdiğim ve eşine zor rastlanır olaraktan beni sevmeyi seçen bir insanın kalbini demin, biraz önce parça parça ettim. Keşke intihar etmek daha kolay olsaydı. Saatlerdir başıma saplanmış olan ağrı o denli artmıştı ki adeta bütün evreni koskoca bir top yapmışlar ve beynime sokmaya çalışıyorlar gibi hissediyordum. O anda onun silueti belirdi karşımda. Bebekten daha narin ve daha güzel o teni sımsıcak ve karşı konulamaz derecede muhteşem bir koku. Simsiyah ve ruhumu okşayan, peri masallarına taş çıkartacak derecede güzellikte gözleri ile bedenimi teslim almaya gemişti sanki. Konuşmaya çalıştım fakat oralı bile olmadı, sessiz ama mağrur bir şekilde gitti ruhumun yanına oturdu. Oradan ikisi birden beni izlemeye koyulmuştu. O anda daha iyi bir insan olmayı herşeyden çok istedim.  Artık nefret etmeye mecalim kalmayacak derecede bıkmıştım kendimden ve bu bedenin içinde hapsolmaktan. Sanki başka bir insanın hayatını yanlış bir bedende yaşıyor gibiydim ve sırf bu yüzden o adamın hayatındaki bütün güzellikleri yok ediyordum sanki.  Balkona çıkmaya karar verdim duvarlara fazla güvenemeden. Olur ya onlarda benden bıktılarsa beni ezmek istemelerine şaşmazdım. Balkona çıktığımda temiz hava yerine iğrenç bir petrol kokusu soludum. Ruhum sayemde o kadar kirlenmişti ki o da benimle çıktı ve sanki hiç bir şey olmamış gibi yanımda dikilmeye başladı Sonra Naz geldi. O da ruhumun yanında durdu ve şehrin  her zamanki gri havasına hep beraber bakmaya başladık.  Bir hayattan doğmuş üç farklı kişi olmuştuk o anda. İki saat önce tek kişiymişiz gibi hissediyordum oysa ki. Oysa ki bu an için ne hayaller kurmuştum, beraber şarap açıcaktık ve gün doğumuna karşı keyfimizi buluncaya kadar aklımıza ne geliyorsa birbirimize anlatıp sonra sıcak bir köşede kıvrılıp yatıcaktık. Ben onun üzeri açılınca sırtını örtücektim sonra dayanamayıp yanaklarına bir öpücük kondurup mutluluk sırıtışımla o ince belindeki uykuma devam edicektim. Çok şey mi istiyorum tanrım. TANRIM çok mu şey mi istiyorum. Bir ben mi sik beyinliyim, yoksa kendi hayatını kendi kendine enkaza çeviren başkaları da var mı acaba?

7 Şubat 2016 Pazar

Deliler Koğuşu - XXI

        Yine nerde ve nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde kendimi bu sonsuz asma bahçesinde bulmuştum. Yapraklar, birbirine geçmiş sonsuz ağaç kümelerinin parlak yeşil çatısını öylesine sık kaplıyordu ki, hayata gözlerini ilk defa burda açan birisine daha yukarılarda mavi bir gökyüzü olduğunu anlatmak imkansızdı. Ne var ki bu olay benim için artık tekdüzeleşmekten öteye gidemeyen bir aldatmanın ne son ne de ilk anıydı. Tepemdeki yeşil örtünün aksine ayaklarımın altında  ise görüntünün tezatlığını tamamlamak istercesine kapkaranlık bir bataklık uzanıyordu.  Son hayatlarımda öylesine garipleşmişken ve akıp gidemezken zaman,  bu sularda çakılıp kalmış gibiydim sanki. Her dirilişim de kendimi aynı yokluğun ortasında bulmaya başlamıştım.  Zamanlar ve hayatlar farklı olsa da içine düştüğüm bu sonsuz yeşillik ve karanlık sular değişmiyordu.


       Kimi zaman diyorum ki atlayayım aşağıya ne olacaksa olsun.  Karanlık suların belirsizliği her an daha çok cezbediyor ruhumu. Öyle ki şu günlerde deneyip deneyip başarısız olmaktan öylesine yorulmuştum ki öylesine yaşayamıyordum ki.. Her hayatımda aynı bozgunlara uğramaktan her hayatta saçma sapan bir yerlde çakılıp kalmaktan öylesine bunalmıştım ki.. Bazen hala neden atlamadığımı ben bile bilmiyorum ama atlamıyorum işte. Her insan gibi bende umut ediyorum ve bir gün bir yerde, kayıplarımı yeniden yaşayabileceğimi düşlüyorum, her akşam,  her gece ve sabah.  Sonsuz acının koynunda sonsuz mutluluğu bulabilir misiniz? Kimilerine göre biz mutsuzluğu arayan mutsuzluktan mutluluk duyan bir türüz.  Kim bilir belki bundandır ki hayatımızın her anında kulağımıza çalınan muhabbetlerde hep başkalarının başına gelen kötü olayları dinleriz. Güzel olayları pek fazla dillendirmeyen türümüz iş başkalarının mutsuzluğuna, acılarına ve kayıplarına gelince baştan başa senaryolar yazar, çizer, okur, izler, düşünür.. Ve en önemlisi bunu yıllarca anlatır. Hayal edin kaç sabah, neredeyse yıllardır adı sanı duyulmamış insanlarının ölümünün fersah fersah heryerde ilan edildiğini hayal edin kaç defa sıradan insanların sıradan ölümlerinin olağan dışı şekillerde lanse edildiğini. Açıkça biz insanlar başkalarının mutsuzluğundan, ölümünden ve sessizliğinden keyif alıyoruz. Çünkü o kadar mutsuz o kadar acınacak durumdayız ki ancak ve ancak başkalarının umutsuz mutsuzluklarında kendi mutluluğumuzu bulabiliyoruz. Bu yüzdendir ki yüzyılımızın muhteşem iletişim organlarına hükmeden organsız kişilikler en çok ölümleri ve kayıpları anlatmayı seviyor.

       Evet, artık kendimizi kandırmayalım. Sıçarken dahi elimize aldığımız telefonda, birinin yüksek irtifada hayatı yaşarken öldüğünü gördüğümüz zaman içten içe buna seviniyoruz. Çünkü yüksek tutkuyla olağanın dışında bir hayatı yaşamak insanlığın en büyük yasağı ve her zaman da yasak olmuştur. Sosyal yapı dediğimiz kurum var olduğundan beri sınırların insan toplulukları için vazgeçilmez birer olgu olduğunu anlatıp durur. Bu yüzdendir kanında yüksek dozda sevgisizliğe istinaden yüksek dozda pişmanlık barındıranların sessiz sedasız nefret etmeleri, var olmuş ve var olacak insan hükümlerinden. Her hayat başka birer mutsuz yalanı anlatır bana. Kimisinde yaşanmamış hikayelerin yaşanmış versiyonlarına atıflar vardır. Yaşadığını göstermek isteyenlerin yaşayamadığı hayatlara inat ben yüz kere geldim bu dünyaya ve yüz kere denedim yaşamayı.Lakin yine yeniden yaşayamadan yaşatılamadan nefret edildi ve öldürüldü ömür diye sığındığım hayal.

        Sıkıldım, aynı hayatı yüzbirinci kez yaşayamamaktan sıkıldım. Sanırım bu sefer kesin atlayacağım şu sonsuz karanlığım kucağına ve yaşamış bütün insanlardan emdiği mutsuzluğa ortak olacağım.

       Deliler koğuşu adeta küçük bir insanlık öğretisine dönmüştü benim için. Her gün buradaki sefaletten - insanlık sefaleti-  payıma düşeni yaşıyor bazen de başkalarının mutsuzluğuna tecavüz ediyordum. Herhangi birini mutsuz görmek beni topluluk gibi hissettiriyordu ve yaşamı yeniden köküne kadar hissediyordum. Haykırıyordum bu kalburaltı kalmış düzensiz insan yansımalarına, yalnız değilsiniz ve değilim..Derken önümdeki dişleri çarpık ve çürük ama bir o kadar şirin kızın suratını bir kez daha ölümsüzleştirmek için deklanşöre olanca gücümle bastım. Çünkü milyonlarca ömrüm dahil benim için mutluluk onun bu ufacık gülümsemenin ardında gizliydi.  Bu kadar gölgemsi varlığın arasında bir tek onun çelimsiz ve sessiz varlığı bana hükmediyordu sanki. Onun o ayı anımsatan parlak gözlerinin altında akdeniz ile egeyi birleştiren ufak tefek yunan adalarını anımsatan çarpık dişleri beni her defasında büyülüyordu. Aşk diye bir şey hissetmiştim daha önceki hayatlarımın birisinde, bir kaçında ve kimi zamanlarda.. Fakat bu öylesine farklıydı.. Öylesine çirkin, öylesine güzel, öylesine gerçek ve öylesine yalandı ki bu kadar tutkunun arasında öylesine yaşamak ama onunla yaşamak hiç acı vermiyordu. Onu öylesine ölesiye sevmek istiyordum ama beceremiyordum sanki. Sanırım bir kaç hayat önce, terkedilmiş ve neredeyse harabe eski bir orman evinde unutmuştum, nasıl sevileceğini.. Ve gide gele sadece kendimi sevmeye alışmıştım..Öylesine..

       Sonu gelmiş şarabı dikledim ve yeniden doldurdum bardağı.. Ağzına kadar. Durup dururken yan masadan bir kaç parça peynir aşırdım ve bacaklarıma dolanan tüy yumağına yaşlı Sergio'ya uzattım. Sergio sanırım benden bile yaşlı bir kediydi ve muhtemelen mezarıma kaka yapacak kadar yaşayacaktı. Ve bu yüzden ben onu çok seviyordum.  Sayesinde ölü, çürümüş ve kokmuş bedenim, belki zamansız filizlenecek bir bitkiye el ayak olacaktı.  Ve aslında ben yeniden can bulacaktım, her zamanki gibi.. Her neyse, şarabı açmak epeyce zor olmuştu ve tirbuşon elimi kanatmıştı..

21 Ocak 2016 Perşembe

Karanlık Yalnızlığımız


Kaybeden anlar kaybedenin halinden ve yine kay
beden olur kayıp eden bedene kaybolmamış bir umut. Çünkü en iyi kaybeden bilir hayatın kayıp kayganlığını ve en iyi umudu yine kayıp bir bedende bulur kaybeden. Kayıp bir yazgının kayıp bir umudu olası tutar bazen insanın. Karşı gelemez buna, kayıptır kendiside ve iyi bilir, kayıp bir ruhun reçetesini.


Ruhun bedenden ayrılmamakta ısrar ettiği bir geceydi aslında. Ölmek lazım geliyordu fakat ölünemiyordu bir sebepten dolayı. Çünkü zordur bir ruhu öyle düpedüz çekmek bir bedenden. Esasen ısrarcıdır ve acıya alışıktır bir çok beden. Kolay kolay pes etmez öyle kolayca söküp alamazsın umuda yeşermiş bir ruhu. Önce kandırman gerekir sonra yavaş yavaş deriyi yüzer gibi ayırman gerekir bedenden. Hem çok acıtırcasına hem de hiç bir şey yokmuşçasına.  Aslına bakarsan olay bedeni kandırmaktan geçiyor. Beden yalnız olmadığına inanırsa herşeyini verebilir..ruh dahil.

Ömrüm.. dediğin, yalan mı gerçek mi sorgulaması içinde harcanmış bir kısa vakit. Göz açarsın fakat kapatamadan biter hayat döngüsü. Yaşamak ruhun bedene sahip olması mı yoksa bedende hapsedilmiş bir ruh mu? Sorguladıkça çıkılmaz bir saklambaç sanki. Saçma bir tiyatro yarıda kesilse çok mu büyük bir kayıp Doğmak yeterince muhteşem iken.

Nihayet anlıyoruz birbirimizi ufak ufak sarılırken soğuk bir kış masasında. Sarhoşlar sokak tarafında otururken umutsuzlar kalmış arka karanlık sıralarda. Soğukta kimsesizler varken sıcak karanlıklarda kalmış umutsuz umutlar. Umutların kandırıldığı zamanlarda, ertelenmiş hayallerin ıslağında uyandığımız sabahlara merhaba. Yine vermedik ruhu saplandık sahiplendik çok gerekliymiş gibi, sanki gerçekmiş gibi. Hayal ürünü bir gerçekliği yaşamak için sürdürdüğümüz inat... Dumanında yalnızlığın azalmaktaydı sanki.. Bir şişe, bir kapak sonra.. eninde sonunda yalnızlık..

Yalnızlık esasen kazanılmış bir özgürlük lakin kaybedilmiş bir savaş sanki. Kaybettiğin bir hayat varken kazandığın bir ruha sahip olmak gibidir yalızlık. Yalnızlık, buza kesmiş bir gecenin ayazında kar yağışından keyif almak gibidir. İliklerine kadar donarsın fakat suratında anlamsız bir sırıtış olur... Yalnızlığını sever insan zamanla ister istemez. Yarım kalmış bir solo gibidir bitsin istersin eksik kalır, tamamlarsın soluk.. Ne olduğuna varabilir ne de olmak istediğini anlatabilir. Kendi kalıbına uymayan bir rock yıldızıdır yalnızlık. Bazen fazla gösterişli, bazen yalnız bir adamdır sahnede siyahlığın arasında kaybolmuş, sessiz bir ayyaş..

Bazen saturnus olur herşey ve çok sıkılırsın şarkılardan. Ama bazen cidden herşey saturnus olur ve sıkılsan dahi dinlersin. Çünkü jupiter ve saturnus iyidir hem dinlenir hem izlenir zaman zaman. Bazen şarkı olur insan bazen öylece tekrarlanan bir nakarat.

Bir sigara dumanının yalnızlığında terketti bizi soluk beyaz kar taneleri ve bu sessiz yaprak dökümünde buluşturabildik solmaya yüz tutmuş benliğimizi. Benliğimiz -ki kalmışsa eğer bunca yıpranmaya rağmen çok değerli olmalıydı- sessizce terketmeye hazırlanıyordu sanki bedeni. Benlik ruha aşıktır ama bedene bağlıdır esasen(bana öyle geliyor) fakat tek ölümcül yarası umutsuzluktur sanki. Çünkü umutsuzluk alır götürür benliğin varoluşsal katmanlarını teker teker yer, bitirir.

Bu yüzdendir ki umut eder insan herşeye rağmen ve bazen yanlış insana rağmen umut eder insan.. Sonsuz bataklığında kaybolur ağır bir kara deliğin(ki kendisinin varlığı yokluğu temsil eder kimi zaman), ışıksız bir sabaha merhaba demek kadar zorken yeniden yaşamak.

Kimisi yaşar mantık uğruna nitekim sana da selam olsun ey düzen insanı.. Fakat bizim amacımız mantığına sığdıramadığı kalplere sahip olanlarla bir olmaktır esasen. Yanlış yerde yanlış zamanlarda olan insanla hiç olmayan bir olur mu ey azizim? Aziz misin la sen? Siktir et..


Sonu olmayan hikayelere hayatlarını adayan ve sonsuz boşlukta kaybolan intaçı bünyelere selam olsun.