7 Şubat 2016 Pazar

Deliler Koğuşu - XXI

        Yine nerde ve nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde kendimi bu sonsuz asma bahçesinde bulmuştum. Yapraklar, birbirine geçmiş sonsuz ağaç kümelerinin parlak yeşil çatısını öylesine sık kaplıyordu ki, hayata gözlerini ilk defa burda açan birisine daha yukarılarda mavi bir gökyüzü olduğunu anlatmak imkansızdı. Ne var ki bu olay benim için artık tekdüzeleşmekten öteye gidemeyen bir aldatmanın ne son ne de ilk anıydı. Tepemdeki yeşil örtünün aksine ayaklarımın altında  ise görüntünün tezatlığını tamamlamak istercesine kapkaranlık bir bataklık uzanıyordu.  Son hayatlarımda öylesine garipleşmişken ve akıp gidemezken zaman,  bu sularda çakılıp kalmış gibiydim sanki. Her dirilişim de kendimi aynı yokluğun ortasında bulmaya başlamıştım.  Zamanlar ve hayatlar farklı olsa da içine düştüğüm bu sonsuz yeşillik ve karanlık sular değişmiyordu.


       Kimi zaman diyorum ki atlayayım aşağıya ne olacaksa olsun.  Karanlık suların belirsizliği her an daha çok cezbediyor ruhumu. Öyle ki şu günlerde deneyip deneyip başarısız olmaktan öylesine yorulmuştum ki öylesine yaşayamıyordum ki.. Her hayatımda aynı bozgunlara uğramaktan her hayatta saçma sapan bir yerlde çakılıp kalmaktan öylesine bunalmıştım ki.. Bazen hala neden atlamadığımı ben bile bilmiyorum ama atlamıyorum işte. Her insan gibi bende umut ediyorum ve bir gün bir yerde, kayıplarımı yeniden yaşayabileceğimi düşlüyorum, her akşam,  her gece ve sabah.  Sonsuz acının koynunda sonsuz mutluluğu bulabilir misiniz? Kimilerine göre biz mutsuzluğu arayan mutsuzluktan mutluluk duyan bir türüz.  Kim bilir belki bundandır ki hayatımızın her anında kulağımıza çalınan muhabbetlerde hep başkalarının başına gelen kötü olayları dinleriz. Güzel olayları pek fazla dillendirmeyen türümüz iş başkalarının mutsuzluğuna, acılarına ve kayıplarına gelince baştan başa senaryolar yazar, çizer, okur, izler, düşünür.. Ve en önemlisi bunu yıllarca anlatır. Hayal edin kaç sabah, neredeyse yıllardır adı sanı duyulmamış insanlarının ölümünün fersah fersah heryerde ilan edildiğini hayal edin kaç defa sıradan insanların sıradan ölümlerinin olağan dışı şekillerde lanse edildiğini. Açıkça biz insanlar başkalarının mutsuzluğundan, ölümünden ve sessizliğinden keyif alıyoruz. Çünkü o kadar mutsuz o kadar acınacak durumdayız ki ancak ve ancak başkalarının umutsuz mutsuzluklarında kendi mutluluğumuzu bulabiliyoruz. Bu yüzdendir ki yüzyılımızın muhteşem iletişim organlarına hükmeden organsız kişilikler en çok ölümleri ve kayıpları anlatmayı seviyor.

       Evet, artık kendimizi kandırmayalım. Sıçarken dahi elimize aldığımız telefonda, birinin yüksek irtifada hayatı yaşarken öldüğünü gördüğümüz zaman içten içe buna seviniyoruz. Çünkü yüksek tutkuyla olağanın dışında bir hayatı yaşamak insanlığın en büyük yasağı ve her zaman da yasak olmuştur. Sosyal yapı dediğimiz kurum var olduğundan beri sınırların insan toplulukları için vazgeçilmez birer olgu olduğunu anlatıp durur. Bu yüzdendir kanında yüksek dozda sevgisizliğe istinaden yüksek dozda pişmanlık barındıranların sessiz sedasız nefret etmeleri, var olmuş ve var olacak insan hükümlerinden. Her hayat başka birer mutsuz yalanı anlatır bana. Kimisinde yaşanmamış hikayelerin yaşanmış versiyonlarına atıflar vardır. Yaşadığını göstermek isteyenlerin yaşayamadığı hayatlara inat ben yüz kere geldim bu dünyaya ve yüz kere denedim yaşamayı.Lakin yine yeniden yaşayamadan yaşatılamadan nefret edildi ve öldürüldü ömür diye sığındığım hayal.

        Sıkıldım, aynı hayatı yüzbirinci kez yaşayamamaktan sıkıldım. Sanırım bu sefer kesin atlayacağım şu sonsuz karanlığım kucağına ve yaşamış bütün insanlardan emdiği mutsuzluğa ortak olacağım.

       Deliler koğuşu adeta küçük bir insanlık öğretisine dönmüştü benim için. Her gün buradaki sefaletten - insanlık sefaleti-  payıma düşeni yaşıyor bazen de başkalarının mutsuzluğuna tecavüz ediyordum. Herhangi birini mutsuz görmek beni topluluk gibi hissettiriyordu ve yaşamı yeniden köküne kadar hissediyordum. Haykırıyordum bu kalburaltı kalmış düzensiz insan yansımalarına, yalnız değilsiniz ve değilim..Derken önümdeki dişleri çarpık ve çürük ama bir o kadar şirin kızın suratını bir kez daha ölümsüzleştirmek için deklanşöre olanca gücümle bastım. Çünkü milyonlarca ömrüm dahil benim için mutluluk onun bu ufacık gülümsemenin ardında gizliydi.  Bu kadar gölgemsi varlığın arasında bir tek onun çelimsiz ve sessiz varlığı bana hükmediyordu sanki. Onun o ayı anımsatan parlak gözlerinin altında akdeniz ile egeyi birleştiren ufak tefek yunan adalarını anımsatan çarpık dişleri beni her defasında büyülüyordu. Aşk diye bir şey hissetmiştim daha önceki hayatlarımın birisinde, bir kaçında ve kimi zamanlarda.. Fakat bu öylesine farklıydı.. Öylesine çirkin, öylesine güzel, öylesine gerçek ve öylesine yalandı ki bu kadar tutkunun arasında öylesine yaşamak ama onunla yaşamak hiç acı vermiyordu. Onu öylesine ölesiye sevmek istiyordum ama beceremiyordum sanki. Sanırım bir kaç hayat önce, terkedilmiş ve neredeyse harabe eski bir orman evinde unutmuştum, nasıl sevileceğini.. Ve gide gele sadece kendimi sevmeye alışmıştım..Öylesine..

       Sonu gelmiş şarabı dikledim ve yeniden doldurdum bardağı.. Ağzına kadar. Durup dururken yan masadan bir kaç parça peynir aşırdım ve bacaklarıma dolanan tüy yumağına yaşlı Sergio'ya uzattım. Sergio sanırım benden bile yaşlı bir kediydi ve muhtemelen mezarıma kaka yapacak kadar yaşayacaktı. Ve bu yüzden ben onu çok seviyordum.  Sayesinde ölü, çürümüş ve kokmuş bedenim, belki zamansız filizlenecek bir bitkiye el ayak olacaktı.  Ve aslında ben yeniden can bulacaktım, her zamanki gibi.. Her neyse, şarabı açmak epeyce zor olmuştu ve tirbuşon elimi kanatmıştı..